Akıllara kazınan kampanyalar, dillere dolanan sloganlar, unutulmayan tasarımlar… Yaratıcı zekâlarıyla sektöre adını kazımayı başaran kreatif isimlerin ilk işlerine yer verdiğimiz İlk Profesyonel Çalışmam serimizin konuğu We Istanbul Reklam Yazarı Murat Oğuz Küçükada'nın hikâyesi sizlerle...
Utanmaz reklamcılar üzerine
Evet, hileli bir başlık daha. Yine de bu yazıya bir göz atma isteğinize karşı koyamadınız. Ah şu reklamcılar yok mu…
12 yıl önce yazdığım Facebook post’larımı ya da tweet’lerimi önüme çıkarsanız, muhtemelen çok utanırım. Şimdi sizinle 12 yıl önce yazdığım, yayınlanan ilk reklamımı utanmadan paylaşacağım.
Öncelikle uyarmalıyım, bu sayfalarda gördüğünüz harika “ilk profesyonel işler” gibi değil. Daha çok ne-var-ki-bunda-ben-bunun-kralını-yazarım gibi bir şey. TV’de yayınlanan, aileme ya da kız arkadaşıma gösterebildiğim, kendim bir billboard’da karşılaştığım, havalı ödüller kazanan bir iş değil. Sadece bir başlık.
Bu kadar sizi hazırlamama rağmen, “hazırsanız, işte o başlık!” diyerek sizde daha fazla beklenti yaratmak istemediğimi anlamışsınızdır. Kendi kendinize verdiğiniz okumaya devam etme izniyle aşağıya bırakıyorum.
Urfa’da Oxford yoktu ama Serik’te Amerikan Kültür var
Bununla övünmüyorum. Böyle bir başlıktan sonra hâlâ sektörde var olabilmesi müthiş bir başarı diye düşünebilirsiniz. Ya da “bu” bile sektörde bunca sene var olabiliyorsa ben hayli hayli yapabilirim diye düşünebilirsiniz. Sizin için ilham olabildiysem, ne mutlu bana.
Merak etmeyin, sizi heveslendiriyormuş gibi yapıp hevesinizi kırmaya ya da kendimi övmeye çalışmayacağım. Sadece bu başlığı, bana yıllar sonra sorulduğunda nasıl utanmadan paylaşabildiğimi anlatmak istiyorum.
Temel bazı konuları netleştirelim. Serik, Antalya’nın bir ilçesi. Amerikan Kültür de İngilizce eğitimi veren bir eğitim kurumu. “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?” sözü de İbrahim Tatlıses’e ait olduğu düşünülen bir laf.
Bu bana verilen brief değil bu arada, sadece bilgi veriyorum. İbrahim Tatlıses’li bir brief alırsanız, ona sıkıca sarılın. O brief, iyi bir brief’tir.
19 yaşındaydım ve üniversiteyi bırakmıştım. Ailemin üç gün okula gidiyor, iki gün de staj yapıyor diye benimle gurur duyduğu bir dönemdi. Ama ne gittiğim bir okul ne de staj yaptığım bir reklam ajansı vardı.
Evde oturup kendi kendime farazi (uydurma) bir portfolyo hazırlıyordum. Herhangi bir reklam ajansına girebilmek için 5-6 aydır bunu yapıyordum. 19 yaşında, üniversite ilk sınıfı zamanlarında biri için bu, bir ömürdür. Gerçi yetişkin biri için de hiçbir şey yapmadan sadece bunu yapmak için uzun bir zamandır.
Koltuğumun altına koyabileceğim bir porfolyom olduğunda ajanslara başvurmaya başlamıştım. Sevgili ustam Ferhat Tümer’le yollarımız o zamanlar kesişti. Portfolyoma bir bakmasını ve bana 10 dk ayırmasını istemiştim. 10 dk istememin sebebi, bu sektöre girebilmiş ve bu sektörde iş yapabilen insanları yarı tanrı gibi görmemdi. (Bazılarının neredeyse tanrı kadar yoğun olduğunu söyleyebilirim.)
Ferhat Abi portfolyomu baştan sona inceledi, çok şaşırmıştım. Hiçbir şey söylemeden portfolyomu da alıp odadan çıktı. Odadan çıkmasına şaşırmamıştım, portfolyomu incelemesine şaşırmıştım. Bana 30 dakika kadar gelen bir süre onun odasında oturmaya ve masasındaki eşyaları incelemeye devam ettim, tahminen 15-20 dakikadır.
Sonra geldi ve “Seni üç ay deneyeceğim,” dedi. Ben de “Ne zaman başlıyorum,” diye sordum. Bir an durdu ve düşünceli bir şekilde yüzüme baktı, “Banu sana markaları anlatsın,” dedi. Hayalimdeki gibi bir ajansa değil ama hayalimdeki işe başlamıştım.
Urfa ve Oxford ve Amerikan Kültür konusuna geleceğim. Sıkıcı hayat hikayesi kısmına döneriz. Benim ajanstaki ilk ya da ikinci haftamdı. Yeni kreatif patronum Ferhat Tümer’e bir arkadaşı ricada bulunmuştu. Adının yıllar sonra böyle bir hikâyede anılacağını bilmeyen bu arkadaş, Serik’te bir Amerikan Kültür şubesi işletiyormuş ve muhtemelen işler kesat olduğu için Antalya’nın yerel gazetelerine reklam vermeye karar vermiş. Ve muhtemelen “Aa bizim bir Ferhat vardı, reklamcıydı o…” diyerek Ferhat Abi’yi aramış ve hem benim ve hem de kendisinin ilk reklam brief’i ortaya çıkmıştı.
Gazetenin ilk sayfasında küçük bir alan, body copy’ye yer yok. Başlık, bildiğiniz üzere altı kelimeyi geçmese iyi olur. O zamanlar David Ogilvy ile yatıp kalktığım için geçebileceğimi de biliyorum ama dediğim gibi geçmese iyi olur.
Reklamcılığı bulabildiğim, Türkçeye çevrilen kitaplardan öğrenmiş ve hiç ajans görmemiş biri olarak başlık alternatifleri çıkardım. Üç tane falan…
Ferhat Abi’ye gösterdim. Hiç öyle “10 alternatif çalış, 100 tane daha yaz,” gibi bir şey demedi. Benim desteklediğim, öğretici bulduğum bir yöntem ama o demedi. “Bunlar olur ama daha güzelini yazabiliriz bence,” dedi.
Saatlerce oturup sanıyorum ki beş altı alternatif daha çıkardım. Onlara da bakıp “Güzel bunlar, devam,” dedi sadece.
Birkaç saat daha baktım artık akşam olmuştu ve sadece bir (rakamla 1) alternatif yazabilmiştim. Aklıma gelen her şeyi kötü olduğu için acımasızca eliyordum. Bu işin bana göre olmadığını, dandik bir yerel gazete ilanını bile yazamadığımı, Türkiye’de hatta dünyada ses getiren o muhteşem reklamlar gibi şeyleri yazabileceğimi düşündüğüm için büyük bir aptal olduğumu falan düşünüyordum.
Beklenen an geldi, Ferhat Abi başlıkları sordu. Ben de utançtan yerin dibine girerek sadece bir tane yazabildiğimi söyledim ve yine utanarak ona gösterdim. Sonra garip bir şey oldu. Ferhat Abi deliye döndü. O an ne olduğunu anlamadığım ve aşırı endişeli olduğum için tam olarak ne yaptığını hatırlayamıyorum. Ama canlandırma yapacak olsaydık, alnımdan öptü derdim. Çok heyecanlandı. Aşırı heyecanlandı. Yani gereksiz heyecanlandı.
Hemen bilgisayarın başına geçti ve yazar kökenli olmasına rağmen tasarımı yapmaya oturdu. Ben de şaşkın bir şekilde yanında oturup izledim. Bir fikrin nasıl bulunduğunu, reklamcıların arasındaysanız o “evreka” enerjisinin nasıl bir anda odaya yayıldığını, “bu ya çok saçma ya da muhteşem bir şey” diye düşünülen o anın hissini ilk kez yaşamıştım. (Tek başınıza bir fikir bulduğunuzda da buna yakın bir şey hissedersiniz ama bu bahsettiğim bence başka bir şey)
Hadi başlığı inceleyelim. Olayı anladınız; brief yok, brief bu.
- Amerikan Kültür çok iyi İngilizce öğretir, şakır şakır konuşacak hale gelirsiniz.
- Amerikan Kültür’ün İngilizce hocaları çok iyi, çok profesyonel, çok muhteşemdir.
- Amerikan Kültür az kişilik sınıflarda ders verir, sizinle özel olarak ilgilenir.
- İngilizce öğrenmeyi düşünüyorsunuz ama bir türlü nasip olmadı mı, çok da araştırasınız yoksa direkt Amerikan Kültür’e gelin.
- Amerikan Kültür, 100 yıllık geçmişiyle ve adından anladığınız şekilde çok kaliteli bir kurumdur.
Bunlardan birini ya da bir ikisini net bir şekilde, 6-10 kelimeyle anlatabilen bir başlık, bence basın ilanı için doğru bir başlıktır.
Urfa’da Oxford yoktu ama Serik’te Amerikan Kültür var
Bundan daha iyisi yazılabilir, ben de bugün oturup daha iyisini yazabilirim ama reklamcılık açısından bu başlıkta her şey doğru. Yukarıda saydığım mesajların hiçbiri yer almıyor ama hepsini -bir şekilde- söylüyor.
Beni bugün bu başlığı paylaşırken “utanmaz” yapan, bu başlık için çok çalışmış olmam.
Bu işi yapacaksanız ya da yapıyorsanız karşınıza sizi çok motive eden, büyük bir özenle çalışacağınız muhteşem brief’ler illaki çıkacak. Ama daha çok; sıkıcı, dandik, hiç de hayalimizdeki gibi olmayan işlerle uğraşıyoruz.
Bu tarz işleri, yani işimizin yüzde 90’ını aynı özenle yapmamızı tavsiye edebilirim. Hem size hem de kendime. Kötü işleri ne kadar iyi yaparsak, o kadar iyi bir işimiz olur.
Bugünlerde deneyimli reklamcıların bu tarz işleri yapmak için hevesleri olmadığını, sektöre yeni girmiş, girme şansı bulabilmiş genç reklamcıların da aynı şekilde bir iştah duymadığını görüyorum. Kimseye bu konuda kızamam.
Sektörün dinamikleri biraz değişti. “Dinamikler” deyince aklınıza acayip bir şey gelmesin; maaşlar, işin hakkı olan zamanlamaların verilmemesi, yetenekli insanlara ihtiyaç duydukları temel saygı ve sevginin gösterilmemesi gibi şeylerden bahsediyorum.
Elimize geçen her işi, her şeye rağmen içimize sinen şekilde yaparsak, utanmaz ve utandırılamaz reklamcılar oluruz. Çünkü bir işin karşımıza nerede çıkacağı belli olmaz. Tıpkı bu sayfada bana bu başlığın sorulması gibi.