İnsan varoluşunu kimlik(ler) ile tanımlar. Ancak düşünülenin aksine, kimlik tek boyutlu bir tanım değildir. Bu boyutlar; yasal, sosyal ve psikolojik olarak üç eksende ifade edilebilir. Her bir boyut, zamanın akışı içinde farklı dönemlerde ortaya çıkmış ve yine zamana bağlı olarak değişiklik göstermiştir. 30 sene önce, iş, aile ve yakın çevre için en fazla üç farklı çerçevede tanımlanabilecek sosyal kimlikler, bugün internet altyapısı üzerinde koşan uygulamalar vesilesiyle sayısız parçaya bölünmüş durumda. Modern şekliyle 19. yüzyılda ortaya çıkan bürokratik kimlikler ve endüstrileşme öncesi aile ve kabile anlayışındaki yapılar ise kimliğin daha primitif boyutlarını oluşturuyor.
Tarihin hiçbir döneminde küçük elit bir grubun içine doğmadıysanız, kurulu düzen bireylere bir makinenin çarkı olmaktan daha fazlasını sun(a)madı. 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlarken, kesintisiz şekilde maruz kaldığımız iletişim bombardımanı ve kendimizi ifade etme gayreti artık yeni bir boyuta sahip. Bilgiye erişimin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar ucuz, hatta bedava ama farkındalığın aynı ölçüde ters orantılı olduğu bir iletişim çağı içindeyiz. Gerçek benliğimizi toplumsal beklentinin gölgesinde parlatabilmek için Instagram ve TikTok filtrelerine ihtiyacımız var. Güzel bir yemeğin lezzetini almak, bir konserin ruhumuzda canlandırdığı hislerin keyfine varmak yerine, avcumuzda tuttuğumuz bir ekranın ardından kendimize ışıltılı sosyal kimlik(ler) inşa etmeye çalışıyoruz.
Diploma sahibi olduktan sonra başarılı bir kariyere adım atacağını düşünen gençler ve kariyer basamaklarında hızla yükselmeyi uman beyaz yakalılar, içine hapsoldukları kısır döngü ve maruz kaldıkları sıradanlığı aşmanın yolunu verimsiz konferans ve etkinliklerde, maalesef nadiren değer ifade eden, sahnedeki seçilmişlerin sözcüklerinde ve sunularındaki yansımalarda bulup, hızla tükenen zamanı anlamlı kılmaya çalışıyorlar. Son yıllarda bu arayış, bilim kurgu filmlerinden fırlamışçasına hayranlık uyandıran “Üretken Yapay Zekâ” ile taçlanıyor.
Alet işler, el övünür
Ortalama her ay ödenen 20 Amerikan doları karşılığında, sürekli arayışı içinde olduğumuz, tamamlayıcı bir kimliğe sahip olma ayrıcalığını satın almak artık mümkün. Üretken yapay zekâya özgün görünen pazarlama kampanyalarının metinlerini yazdırabilir, verdiğimiz komutlarla hayranlık yaratan bir görsel ürettirebilir, bir görseli video akışına dönüştürebilir, karmaşık bir matematiksel problemi çözdürebilir, kifayetsiz patronumuzu memnun edecek bir sunum hazırlatabilir veya sosyal medyada yaklaşık 10 saniye boyunca hayranlık uyandıracak paylaşımlar yapabiliriz. Üstelik öylesine çılgın bir alandayız ki her gün çıkan yeni bir aracın maharetini, kendi eserimiz gibi sahiplenmek için teşvik ediliyoruz. Kendi adıma, teknolojiyi anlamaya ve anlatmaya odaklanmış köşemde, kadı köfesi misali, yeni teknolojilerin neleri değiştireceği üzerine bitmez tükenmez ahkamlar kesmek hiç olmadığı kadar kolay.
Besle kargayı, oysun gözünü
Yapay zekâ, sürekli geliştirmeye çalıştığımız sosyal kimliklerimizi tanımlamak için işin zor kısmını bizim adımıza çözüyor ve şimdilik parıltılı bir şekilde gönlümüze taht kuruyor. Ancak diplomalı beyaz yakalılar için kaçınılmaz gelecek hızla yaklaşıyor. Yapay zekâ, düşündüğümüzden daha hızlı bir şekilde işlerimizi elimizden alacak. Merak etmeyin, hiç kimse aç kalmayacak ama farklı bir sorun var.
Ünlü ekonomist Alfred Marshall, “İnsan yapacak bir iş, aşacak bir güçlük bulmazsa kısa sürede yozlaşır” der. Ona göre çalışmanın amacı sadece para kazanmak değil, yaşamın bütünlüğü ile ilgilidir. Sigmund Freud’un insanlığın esenliğini bağladığı iki temel unsur “aşk ve iş” olmuştur ve bu kavramlar ayrılmaz şekilde birbirine bağlıdır. Artık birini kaybetmek üzereyiz.
Meritokrasik anlayışa göre, her işi yetenekleri ve çabaları sayesinde hak eden insanlar yapmalıdır. Yapay zekâ bu liyakati ele geçirdiğinde, çalışmayanlara hayatlarını idame ettirebilecekleri bir geçim imkânı sunsanız dahi, bir noktada hiçbir şeye layık olmadıklarını düşünmeye başlamaları ve bunun suçlusu olarak görecekleri teknolojik gelişme karşı ayaklanmaları kaçınılmaz olacak.
The Animatrix bir bölümünde rönesans döneminden fırlamış gibi görünen bir sahne sunar. Yapay zekâya sahip robotlar barışçıl ve paylaşımcı bir yaklaşımla insanlığa cennet meyvesini ikram eder. Ancak insanlık, varoluşsal kimlik tanımına zarar verecek bir rakip karşısında, kendisine sunulan meyveyi reddeder. Ne kadar ironik olsa da Adem ile Havva kusursuz bir cennetten, kendini keşfetmek arayışında, aynı meyveyi yiyerek kovulmuştur.
Korkarım, büyük teknoloji firmalarının zamanından önce önümüze sunduğu Metaverse çılgınlığı ilerleyen yıllarda geri dönecek. Ajan Smith’in vurguladığı gibi; bir noktada çökmeye mahkûm kusursuz bir dünya yerine, mücadele içinde kendi kimliklerimizi tanımlayacağımız sanal bir dünyayı kucaklayacağız. Belki de çoktan kucakladığımız bir döngünün içindeyiz. Evrenin sonsuz sessizliği içinde kim bilebilir?⅝