Pozitif ayrımcılık, ne kadar iyi niyetle tasarlanırsa tasarlansın, konuyu sadece kadın temsilini sayıca sağlamak olarak görmek, kadına (ve elbette erkeklere de) belli pozisyonlara gelen kadınların yetkinliklerini sorgulaması için alan açıyor. Yani kaş yaparken göz çıkarıyoruz. Burada bırakılan hasarlar kalıcı. O halde ne yapacağız? Kavramın kendisini irdeleyerek ve daha doğru bir tanımlama getirerek önemli bir adım atabiliriz.
Pozitif ayrımcılık kısaca, “dezavantajlı gruplara sağlanan özel haklar” olarak tanımlanıyor. Kuşkusuz burada bir iyi niyet var; azınlık grupların ancak bu şekilde çoğunlukla eşit olabilecekleri varsayılıyor. Oysa cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşeniyor. Çünkü ayrımcılığın “pozitif”i olmaz. Ayrımcılık başlı başına negatif bir haldir ve hak savunuculuğu her türlü ayrımcılığın karşısında olmayı gerektirir. Basit bir örnekle, sayıca eşitliği sağlamak adına en iyi aday olmayan birini işe alarak öncelikle o bireyi riske atıyor olabilirsiniz. Bir cam uçuruma yaklaştırıp bireyin kaygı seviyesini artırabilirsiniz. Yanı sıra, dezavantajlı görünmediği için o pozisyona erişemeyen diğer bireyleri ajite eder ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin kapsayıcılık ilkesinden ödün vermiş olursunuz.
Şimdi bunları okuyan pozitif ayrımcılık savunucularının itirazlarını duyar gibi oluyorum: Pozitif ayrımcılığın geçici ve özel bir tedbir olduğunu, nihai hedefe ulaşana dek atılacak adımları içerdiğini vurgulayıp, aynı işe başvuran, eşit niteliklere sahip kadın ve erkek söz konusu olduğunda tercihin kadından yana kullanıldığı ilkesiyle bana karşı çıkabilirsiniz. Buna ancak saygı duyabilirim ve desteklerim de. Ancak kavramsal olarak pozitif ayrımcılığın kadını yatıştırmak ve ağzına bir parmak bal sürmek amacıyla teşvik edilen, eşitsizliği tekrar üreten, eril belirleyici bir ifade olduğunu düşündüğümü saklayamam. Pozitif ayrımcılığın iş hayatında ve siyasette cinsiyetçiliği önlemede etkin olduğu fikri, kanımca bir gayya kuyusudur.
Elbette toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunlarına çözüm olarak sunulan bu modelleri tümden reddetmiyorum, ancak ne ölçüde amaca uygun kullanıldığını sorguluyorum. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın ancak ve ancak sistemik bariyerleri ortadan kaldırmakla mümkün olabileceğine inanıyorum. Bunun da tek yolu, hakkaniyetli bir toplum için kadın örgütlenmesini gerçekleştirmek. Bunları sorgulamazsak, Türk hukukunda pozitif ayrımcılığın bilinen uygulamalarından biri olan evlenen kadının evlenme tarihinden itibaren bir yıl içinde kıdem tazminatını alabilmesine ilişkin düzenlenmeyi de eşitlikçi bir uygulama sanabiliriz.
Sorun pozitif ayrımcılık kavramının kendisindedir. Kadına yönelik ayrımcılık sonucu ortaya çıkan adaletsizlikleri gidermek için geçici çözümler bularak, esasında ayrımcılığı yaratan hiyerarşik sistemi değiştirmeyi erteleriz. İhtiyacımız olan pozitif ayrımcılık değil, pozitif eylemdir.
Pozitif eylem, iş hayatı, kamusal hayat, hukuk, eğitim gibi alanları; cinsiyetleri, yaşları veya diğer özellikleri nedeniyle dezavantajlarla veya yetersiz temsille karşılaşabilecek bireyler için eşitlemeyi amaçlayan bir dizi önlemdir. Sayılara değil, liyakat ve becerilere odaklanarak dengesizlikleri gidermeyi amaçlar. Pozitif eylem, kapıları açmayı hedefler. Yeterince temsil edilmeyen grupların işe (ya da başka bir fırsata) başvurmaları için onlara cesaret verir. Daha kalifiye adayları, sırf yeterince temsil edilmeyen grupların lehine olsun diye dışarıda bırakmak yerine, dezavantajlı grupların beceri gelişimi için eğitim olanakları sağlar, sorunu kökten çözer. Sabitlenmiş kotalar değil, ilham verici hedefler belirler. Yani bariyerleri kaldıracak olan pozitif ayrımcılık değil, pozitif eylemdir. Sadece çeşitliliğiyle övünen değil, aynı zamanda kapsayıcı ve hakkaniyetli bir çalışma ortamı yaratmak impostor olgusuyla mücadelede çok önemli. “Çeşitlilik bir partiye davet edilmenizdir. Kapsayıcılık o partide dansa kaldırılmanızdır,” der Verna Myers. Ben bu tanıma bir ekleme yapmak isterim: “Hakkaniyet ise dans pistinde ne kadar alana sahip olduğunuzdur.”
Pozitif ayrımcılığın partiye davet edilmemizi kolaylaştırdığını düşünüyorum. Kadın kotaları, partide dansa kaldırılmamıza az da olsa katkı sağlıyor. Ancak dans pistinde ne kadar alanımızın olduğunu sorgulamamıza izin vermiyor. Tam tersi, partiye “pozitif ayrımcılık” ile davet edilmişsek, bize benzemeyen davetlileri, bir de davet edilmeyenleri ajite ediyor, bizden uzaklaştırıyor. Yani dans pistindeki alanımızı daraltıyor.
Yönetim, danışma veya benzeri kurullarında bulunduğum organizasyonlarda pozitif ayrımcılık nedeniyle değil, yetkinliklerim nedeniyle yer aldığımı nasıl anlatabileceğimi düşünmeye sevk ediyor.
Bu duyguyu sevmiyorum. Bunu hiçbir kadın hak etmiyor.
Tokenizm – Numunecilik
Pozitif ayrımcılığa kavramsal olarak karşı durmamın önemli nedenlerinden biri de, tokenizme yani numuneciliğe yol açma riski ve sorunun kendisinden bizi uzaklaştırması.
Tokenizm/numunecilik, akademik literatüre 1977 yılında Rosabeth Moss Kanter tarafından kazandırılmış bir kavram. Kanter, tokenizm tanımlamasını “herhangi bir azınlığa mensup olan veya dezavantajlı gruba dahil olduğu düşünülen bireylere, toplum katmanlarında ait oldukları sınıfların temsilcisi gözüyle bakıldığı ve bu kişilerin kalıp yargılarla değerlendirildiği” tespitinden yola çıkarak yapmış.
Bugün tokenizm, bir kurumsal yapının cinsiyet, din, engellilik, yaş, etnik köken gibi kimliklere karşı duyarsızlık suçlamasından kurtulmak amacıyla, sadece göstermelik olarak birkaç kişiyi saflarına almasını anlatmak için kullanılıyor. Yetkinliği sebebiyle değil, göstermelik sebeple yer verilen kadın milletvekilleri, siyasi partilerdeki kimi gençler, bazı şirketlerdeki başörtülü kadınlar, yüzlerce kişi arasında tek başına yer alan engelli çalışanlar eğer numune olarak vitrine konduysa, bu durum bir tokenizm örneğine dönüşüyor.
Hiç de yabancısı değiliz yani
Türkiye’de tokenizm yaklaşımının ilk akla gelen ve en pratik aparatları kuşkusuz kadınlar. (Kadınlarımız!) Erkek egemen bir iktidarda veya kurumda herhangi bir sistemik değişikliğe yol açmayacak şekilde, kadınlara karşı zorunlulukları son derece sınırlı çaba ya da jestlerle yerine getiriyor, görünme çabasına –karnımız tok olsa da– sıkça rastlıyoruz. Oysa numunecilik pratikleri de ayrımcılıktır, çünkü toplumda dezavantajlı bir grubun üyelerinden birine ya da birkaçına lütufmuşçasına olumlu davranılması ya da fırsatlar sunulması sadece esas meseleyi örtmeye yarar.
Numunecilik içinde kapsayıcılık ve hakkaniyet olmayan “çeşitlilik” gösterilerinin ürünü olduğu için, birbirini besleyen iki büyük soruna yol açar: İlki, numuneyi baskı altına almaktır. Çünkü o numunedir, ilgi odağı halini almıştır ve bu durum onu işlevsizleştirebilir. Başarılı olma ihtimalinde ise başarısı kayda geçmez çünkü küçük bir grubun üyesidir; dedim ya, numunedir en nihayetinde. İkincisi ise numuneciliğin çoğunluktakileri birbirlerine “Düşmanımın düşmanı dostumdur” edasıyla yakınlaştırmasıdır. Çoğunluktakilerin arasına artık bir token/numune girmiştir ve bu durum grubun tepkisini güçlendirir. Nihayetinde de numune cam uçurumdan aşağı atılır.